Haber Yorum

"Akademik Sürecin Başındaki Araştırmacılara Tavsiyeler"

Prof. Dr. Şinasi Gündüz ile Söyleşi

Prof. Dr. Şinasi Gündüz ile Söyleşi

PROF. DR. ŞİNASİ GÜNDÜZ İLE SÖYLEŞİ: AKADEMİK SÜRECİN BAŞINDAKİ ARAŞTIRMACILARA TAVSİYELER

Beyza Nur KOCAOSMANOĞLU

Akademik çalışmalara yeni başlayan araştırmacılara yönelik tavsiyeleriniz nelerdir? Yüksek lisans akademiye giriş mahiyetinde görülüyor. Bu dönemi en verimli şekilde nasıl geçirebiliriz? Alana dair eksikliklerimizin farkındayız. Bilgimizi arttırmak için nasıl bir çalışma üslubu edinmemiz gerekiyor?

Akademik süreçte lisansüstü eğitim ilk basamaktır. Yüksek lisans eğitimine başlayan bir akademisyenin, gerek ders döneminde gerekse tez döneminde alana dair hem eksikliklerini tamamlaması hem de özgün çalışmalar yapması beklenir. Özellikle ders dönemi kişiyi akademik düşünmeye ve yazmaya hazırladığı için oldukça önemlidir. Bu dönemde dersler belirli bir kredi sınırlarında seçildiği için alanı size hiçbir zaman bütün teferruatıyla veremez. Özellikle Dinler Tarihi alanı oldukça geniştir. Dolayısıyla alınan derslerden azami istifade etmek lazım. Azami istifade etmek nedir? Dersin kapsamına giren konularda, hem hocanın sizi yönlendirdiği okumalar ve araştırmalar hem bizzat ders esnasında işlenen konular dersin birkaç saatlik süresiyle sınırlı olarak değil de genel anlamda araştırılarak ele alınmalıdır. Alana dair altyapısını en iyi bilen kişinin kendisi olduğu için eksikliklerini ona göre tamamlamalıdır. İkincisi derslerde hazırlanan ödevler, seminerler ve sunumlar son derece önemlidir. Öğrencinin amacı sadece o dersi geçmek olmamalı, bilakis o ders bahanesiyle alanda yapılan çalışmaları tanımalı, akademisyenlerin teorilerini ve tezlerini incelemelidir. Aynı şekilde akademik bir çalışmanın, teknik ve muhteva açısından nasıl yazıldığı ve sunulduğu konusunda kendisini geliştirmeli, bilim dalına katkı sağlamaya çalışmalıdır.

Ayrıca öğrenci, hocaların uyarı, öneri ve eleştirilerini dikkate almalıdır. Nitekim iyi hoca gerektiğinde eleştirip yönlendiren, araştırmaya sevk eden hocadır. Eğer hoca bunu yapmıyorsa orada bir sıkıntı var demektir. Yani ya hoca sizi ciddiye almıyordur ya da çok mükemmelsinizdir. Fakat kimse mükemmel değildir. Örneğin ben yazdığım bir makaleyi henüz müsvedde haldeyken akademisyen arkadaşlarıma okuturum. Bir yayın olarak sunmadan önce farklı yerlerde tartışırım. Bütün bu farklı okumalar ve tartışmalardaki eleştirileri, yorumları ve görüşleri mutlaka dikkate alırım. Çünkü bunlar bizi geliştirir. Akabinde yazıyı yayın için gönderirim. Tabi ki daha sonra gelen hakem raporlarını ve eleştirilerini de dikkate alırım. Dolayısıyla yazım sürecinde tecrübenin oluşması çok önemlidir. Bu tecrübenin oluşması için ise uzun bir süreç gereklidir. İşte bu tecrübe, ders döneminden başlayarak yaptığınız çalışmalarla oluşacaktır. Bunun yanı sıra dersler dışında alanı tanımak da oldukça önemlidir. Mesela siz bir Dinler Tarihçisi olarak alanla ilgili birkaç ders aldınız. Fakat bu alan, kadim dinlerden Doğu geleneklerine, kabile dinlerine, yeni dini akımlara kadar uzanmaktadır. Kaldı ki bu dinlerin teolojisi, tarihi, sosyolojisi, kültürü ve kurumsal yönüne kadar birçok husus vardır. Yalnızca Hıristiyanlık bile bütün lisansüstü derslerini kapsayacak kadar geniş bir alandır. Dolayısıyla her alanda mutlaka derslerde aldıklarınızın yanında geniş okumalar yapmanız ve eksikliklerinizi tamamlamanız gerekir. Türkiye’de kimler hangi konularda neler çalışıyor; diğer bir deyişle bu konuların uzmanları kimlerdir? Hinduizm denildiğinde akla kimler geliyor ve bu hocalarımızın konuya dair hangi çalışmaları vardır? Tüm bunları bilmek alanı tanıma noktasında oldukça önemlidir.

Alanımıza yönelik kamuoyundaki tartışmaları ve medyada gündem olan bazı gelişmeleri de mutlaka takip etmek gerekiyor. Zira her tartışma, gelişme ve argüman alanımıza dair güncel görüşleri ve yenilikleri bize verebilir. Dolayısıyla sizin için bu dönem, alanı çok iyi tanıma, takip etme, eksikliklerinizi tamamlama ve bol bol yazma dönemidir. Yazı konusunda da “Ben kötü yazıyorum, zor yazıyorum, yazdığım bir şeye benzemiyor.” diye düşünmemelisiniz. Bir bebeğin yürümeyi, koşmayı ya da konuşmayı öğrendiği süreci düşünün. Bebek konuşmayı öğrenme süreci boyunca çabalar, önce dinler ve taklit etmeye çalışır belki absürt kelimeler çıkartır ama sonunda güzel konuşmaya başlar. Dolayısıyla bu bir süreçtir ve bu süreci en verimli şekilde değerlendirmek lazım.

Yazı yazmanın yetenek olduğu doğru mu? Bu yetenek ne kadar geliştirilebilir?

Yazı yazmanın bir yetenek olduğu doğru fakat bu doğuştan gelen bir yetenek değil; edinilen, geliştirilen dolayısıyla öğrenilen bir yetenektir. Kimse yazar ya da akademisyen olarak doğmaz. Herkes eksikliklerini gidererek ve kendisini geliştirerek iyi bir seviyeye ulaşır. Dolayısıyla yazı yazmak edinilen bir yetenektir ve bu edinim kişinin kendi çabasının ürünüdür. Şu anda “Ben iyi yazamıyorum, akademik anlamda veya edebi olarak albenili bir üslubum yok” diyebilirsiniz; fakat bu geliştirilebilir. Bu gelişimi kendiniz de ilk yazılarınıza ve son yazılarınıza baktığınızda göreceksiniz. Örneğin biz yüksek lisans ve doktora öğrencilerimize tez konusu verdiğimizde sürekli yazdırırız. Tez yazım sürecinde öğrenci bana belki de onlarca kez aynı konuyu yazıp getiriyor. Her getirdiğinde eleştiriyorum, eksikliklerini ve önerilerimi söylüyorum. Böylece metnin son hali çok daha iyi oluyor. Dolayısıyla bu bir süreçtir. Önemli olan bu yeteneği edinmek için çaba sarf etmektir.

Eğer bir konuda kişi olumsuz performans gösteriyorsa bunun nedenleri vardır. Bu nedenlerin üzerinde kişinin düşünmesi ve sorunları çözmeye çalışması gerekir. Öyleyse şu soruyu sorabiliriz: Bir kişi neden kötü yazar? Bir yazının kötü olmasının nedenleri nelerdir? 1) Alana dair yeterli bilginizin olmaması bu nedenlerin başında gelir. Nitekim arka plan yeterli değilse ne yazacaksınız? Konuya dair yeterli bilgi olmadığında bir iki cümle karalanabilir ancak. Fakat bilginiz ve birikiminiz olduğunda elinizde yazıya dökecek malzemeniz olur. 2) Yazı kabiliyetinizi geliştirmemişsinizdir. Bu da yeterince yazmamaktan kaynaklanır. Çok konuşup hiç yazmamak doğru değil. Düşüncenizi yazıya en güzel şekilde geçirebilmeniz için bol bol yazmanız gerekir. Dahası yazılarınızı mutlaka başkasına okutarak eleştiri almalı ve eksikliklerinizi görmelisiniz. Örneğin yeterli dil bilgisine sahip olmayabilirsiniz, kelime dağarcığınız sınırlı olabilir veya üslupta hatalar yapıyor olabilirsiniz. Devrik veya kendi içinde tenakuzlu cümleler kuruyorsunuzdur, tekrara düşüyorsunuzdur ve bunların farkında değilsinizdir. Bu noktada metni başkasının okuması adeta yüzümüze ayna tutulmasına benzer. Böylece hatalarımızın farkına varırız. Dolayısıyla burada öncelikle alanı iyi tanıyıp iyi bir arka plana sahip olmak yazı yazmak için çok önemlidir. İkinci olarak güzel anlatı üslubunu, yani yazma sanatı dediğimiz şeyi edinmek gerekir. Bunu edinmek için de bol bol okumak gerekiyor. Okumayan insan yazamaz. Yüksek lisansta sıkça ödev vererek veya okumalar yaptırarak bu kazanımı sizlere vermeye çalışıyoruz. Bu okumaları çok bulup şikâyet edenler aslında kendilerine haksızlık ediyor. Bunları okumanız bize değil size fayda sağlıyor.

Bu süreçte motivasyonumuzu sizce nasıl sağlayabiliriz? Yazı sürecinde çok fazla demoralize olduğumuz anlar oluyor. “Yazamıyorum” ya da “ilerleyemiyorum” gibi düşüncelere kapılıp kısa vadede sonuçlar bekliyoruz. Bu noktada motivasyonumuzu kaybediyoruz. Sizce hem bu yazma hususunda hem de genel olarak akademi sürecinde nasıl motive olabiliriz?

Bunda ciddi bir motivasyon eksikliği ve sorunu olduğu aşikar. Bunun nedeni de yüksek lisansta bir “anlam problemi” yaşanmasıdır. Öğrenciler “Neden yüksek lisans yapıyorsun?” sorusuna, “Arkadaşlar yaptığı için, başka işim yok ne yapayım hocam?” gibi cevaplar veriyor. Bu cevap her şeyin baştan kaybedilmesi anlamına geliyor. İnsan önüne bir hedef koyduğu zaman ve bu hedefe inandığı zaman yaptığı iş anlam kazanır. “Lisans bitti, ne yapayım? Evde oturmayayım, hiç olmazsa yüksek lisans yapayım” diyen birinden başarı beklenmez. Bu noktada hedefi siz kendiniz koyacaksınız. Amacı gerçekten bir alanda uzmanlaşmak ve yaptığı çalışmalarla alanına katkıda bulunmak olan kişi başarılı olur. Çünkü bu kişi çabalar, eksikliklerini tamamlar ve alanına dair kendisini geliştirir. Bunları amaç edinmeyen kişi laf olsun diye bir alana girer, bir konu çalışır, bitince de “Peki, şimdi ne yapacağım?” der. Şimdi ne yapacağım diyen kişiden akademisyen olmaz. Bu kişinin durumu şöyle diyen kimseye benziyor: “Ben şu alanda çalıştım, profesör oldum, artık kütüphaneyi satacağım. Ne de olsa geleceğim yere geldim; bundan sonra bana artık kitap lazım değil. Artık başka işlere bakayım.” Böylesi bir insandan akademisyen olmaz. “Akademisyenin, yani hocanın emekliliği ancak mezarda olur” diye güzel bir söz vardır. Çünkü buna ilim dersek, âlim insanın ancak öldüğünde ilimle olan irtibatı kesilir. Bu fiziksel anlamdadır yoksa öldükten sonra da ortaya koyduğu ilim mirası devam eder.

Akademi sürecinde motivasyonu kişinin kendisi yakalamalıdır. Elimizde basmakalıp bir reçete yok, “Al şu reçeteyi sen! Bunu izlersen senden akademisyen olur” diyemiyoruz. Çünkü kişinin kendisinin buna inanması gerekiyor. Aksi takdirde rastgele bu işi yapanlar rastgele yüksek lisansı bitiriyor, rastgele doktorayı bitiriyor, rastgele doktor oluyor ama hiçbir zaman başarılı olamıyor. Dolayısıyla alana katkısı sıfır oluyor, varlığıyla yokluğu belli olmuyor. Her alanda bir sürü hoca vardır ama çalışmalarıyla, verdiği ürünlerle akla gelen hoca iyi bir akademisyendir. Çünkü kendisiyle özdeşleşen bir şeyler ortaya koymuş ve alana katkıda bulunmuştur. Her birimiz kendi alanımıza bir “anlam düzeyinde” bağlanmamız gerekiyor. O alanın bizde, zihnimizde akademik anlamda olumlu bir etki bırakması gerekiyor. Bizi motive eden bir arka plan olarak yerleşmesi lazım ki başarılı olabilelim. Bunun için de kendimizi muhasebe etmemiz gerekir: “Ben bu alanı önemli buluyorum ve katkı sağlamak istiyorum, şu anda belki bunu ortaya koyamadım ama kendimi geliştirip ortaya koyacağım ve bu alandaki çalışmalarda ciddi anlamda benim de katkım olması idealimdir” düşüncesiyle yola çıkan bir kişi eksikliklerini tamamlar ve başarılı olur.

Yazı yazma ve araştırma sürecimiz nasıl ilerlemelidir? İlk olarak kaynak tarıyoruz, kaynak tararken nelere dikkat etmeliyiz? Kaynak seçerken ve elerken nasıl bir metot izlemeliyiz? Kaynak taramanın sınırları neler olmalıdır? Hangi noktada yazma sürecine başlamalıyız?

Araştırma tekniklerine dair yazılmış çok önemli kitaplar var. Bir araştırmada hangi seyir izlenmeli, nasıl bir metodolojiyle konuya yaklaşılmalı gibi hususlar üzerinde duruyorlar. Öncelikle bu çalışmalardan en az iki tanesini okumak gerekir. Akademik süreçte ele alacağınız herhangi bir konunun çalışılabilir olması gerekir. Araştırılan konu çok dağınıksa kişi de dağılır ve konunun içinde boğulur. Bundan dolayı çalışılan konunun veya yapılan araştırmanın sınırlandırılmış olmasında yarar var. Örneğin ben Hıristiyanlık çalışacağım, bu konuda bir şey yazacağım diye bir çalışma olmaz. Bu şekilde ansiklopedik bir çalışma yapılabilir ancak. Ama Hıristiyanlıktaki falan sorun, falan mesele şeklinde daha daraltılmış bir konu seçilebilir. Akabinde bu konularda çalışırken ilk yapılması gereken, alanı ansiklopedik olarak öğrenmektir. Biz kendi araştırmalarımızda genelden özele doğru bir araştırma metodu tercih ederiz. Bunun için de öncelikle çalışılan alanla ilgili genel okumalar yapılmalıdır. Şu anda Dinler Tarihi alanında çok ciddi çalışmalar bulunuyor. Mesela Mircea Eliade’ın Din Ansiklopedisi’nin her maddesi bir makale gibidir ve her birinin sonunda kaynakçası bulunur. Benim de bazı maddelerini yazdığım İslam Ansiklopedisi de böyledir. Her biri bir makale gibidir; arkasında kaynakçası bulunur. Ele alacağımız konuya dair bu şekilde ansiklopedik okumalar yapmamız gerekir. Bu okumalar bize ele alacağımız konunun genel bir çerçevesini zihnen verir. Ayrıca burada dipnotta verilen eserler doğrudan alana yönelik ve daha ileri okumalardır. Bunları temin etmeye çalışırız ve onlara dair okumalar yaparız. Bu ikincil okumalar dediğim genel okumalar bizi konuya hazırlar. Bu şekilde bir hazırlık yaptıktan sonra artık konuyla ilgili zihnimizde bir resim oluşmuş, alanı ve konuyu tanımışızdır. Ama daha özel anlamda problemler, meseleler nelerse bunlara yönelik özel okumalar ve araştırmalar yapmamız gerekecektir ki asıl araştırma da zaten burada başlar. Bu defa ele alacağımız konuyla ilgili ilk elden kaynakların hangileri olduğuna yoğunlaşırız. Bunlar eser ve kitap gibi yazılı veriler ya da saha araştırması olabilir. Mesela yaşayan bir cemaati araştıracaksanız o insanlarla gidip konuşacaksınız, yeri geldiğinde mülakat ve anket yapacaksınız ya da doğrudan onların kendi kaynaklarından yararlanacaksınız. Bu ilk elden kaynakların yanı sıra konuyla ilgili bilim insanlarının yazıları, teorileri ve tezleri gibi ikincil kaynaklara bakmak gerekir. Örneğin ben Pavlus’u çalışırken önce genel okumalarla kafamda ansiklopedik bir Pavlus fikri oluştururum. Daha sonra bununla ilgili ilk elden kaynaklara bakarım. Hıristiyanların kabaca II. yüzyıldan itibaren kanonik ve apokrif bütün metinleri, kilise babalarının Pavlus’la ilgili görüşleri, yorumları vs. bunlar ilk elden kaynaklardır. Bunun yanı sıra bir de modern dönemde Pavlus çalışan pek çok bilim insanı var. Bu kişilerin çalışmalarına da bakar, zihnimdeki Pavlus’la ilgili hususlarda bilim insanları ne demiş araştırırım.

Diğer önemli bir husus okumalar yaparken mutlaka fişlemeler yapılmasıdır. Ben okuduğum her makaleyi veya kitabı, sağına soluna not alarak, altını çizerek okurum. Çünkü o anda onu okurken zihnimde bir şeyler oluşmuştur: Önemliymiş veya şuraya da bakmam lazım gibi. Daha sonra okuduğum makaleyi ikinci kez tekrar okurum. Aldığım notlardan hareketle fişlemeler yaparım. Fişlemeler benim için çok önemlidir. Sol üst tarafa kitabın künyesi, sağ üst tarafa fişin mahiyetiyle ilgili kısa notlar yazarım. Kaynaktan doğrudan alıntı yapmışsam fişte onu belirli bir renk kalemle yazarım, kendi yorumlarım varsa onu başka renk bir kalemle yazarım, çünkü o benim yorum ve eleştirilerimdir. Bakacağım başka hususlar varsa onları da farklı renklerle yazarım. Böylelikle bir fişi elime aldığımda alıntıları ve yorumları ayrı ayrı görebilirim. Çalışma sonunda yüzlerce hatta binlerce fiş oluşur. Tüm bu çalışmalardan sonra bu fişleri ve notlarımı gözden geçiririm. Akabinde araştıracağım şeyle ilgili çerçeve ve hipotezlerim neydi, neden bu konuyu çalışıyorum gibi temel şeyleri dikkate alarak konuyu yazmaya başlarım. Bunu defalarca yaparım. Örneğin 10 sayfalık bir makale için bazen 10 defa yazarım. Nitekim akademik yazım, akşam bir rüya görüp sonra onu yazıya geçiriyorum gibi bir şey değil. Arkasında müthiş bir çaba vardır. Bütün akademisyenler için bu böyledir. Bunu usulüne uygun bir şekilde yaptığımız zaman mükemmel sonuçlar ortaya çıkar.

Yazı yazmada bir usul, metodoloji vardır. Bir makalede veya tezde orta öğrenim çağından beri yazdığımız kompozisyonlardaki gibi giriş, gelişme ve sonuç bulunur. Bu noktada önemli olan şu soruyu sorarak yazmaktır: “Bu konuyu, alanı hiç bilmeyen bir kişiye en iyi nasıl anlatabilirim?” Bunun için yazının ilk kısmında, alanla ve yazdığınız konuyla ilgili okuyucuyu hazırlayan bir girizgâh olmalıdır. Burada konunun arka planı ve altyapısı anlatılır. Tüm bunları yaparken etiğe riayet edilmesi önemlidir. Akademik çalışmanın olmazsa olmazı etik kurallarına riayet etmektir. Nedir bunlar? Örneğin intihal, aşırma, usulüne uygun olmayan bağlamda başkasına ait bir fikri, tezi, teoriyi kullanma gibi etik dışı durumlardan uzak durmaktır. Akademik dürüstlüğe, hak ve hukuka riayet etmektir. Bir başkasının eserinden fikir edinirken, motamot ifadeyi alırken bunların dipnotta gösterilmesi zorunludur. Ya da alıntıların tırnak içinde veya farklı puntoda yazılması gerekir. Motamot değil de anlama işaret ediliyorsa “bakınız” gibi ifadelerle mutlaka atıf yapılmalıdır. Yani yararlanılan kişilere atıf yapılması zorunludur.

Bunların yanı sıra akademik bir üslup neyi gerektiriyorsa, o yapılmalıdır. Bazı ödev veya tezlerin 10 sayfasının 9’u alıntı oluyor. Böyle bir ödev ya da tez olmaz. Çünkü alıntıda bir usul vardır. Bir makalenin tamamını alıntılayamazsınız. Çünkü öyle bir makale zaten var ve senin tekrar yazmana gerek yok. Dolayısıyla alıntılamanın da bir sınırı vardır ve bu sınıra riayet etmek gerekir. Dahası kaynakçada da tüm bu kaynakların gösterilmesi gerekir. Bir kimsenin dipnotta ve kaynakçada kullandığı referansa atıfta bulunması, kendi çalışmasını zaafa uğratmaz aksine kalitesini yükseltir. Bu konuda en sık duyduğumuz şey şu oluyor: “Hocam, bu konularda kimi örnek alacağız?” Güvendiğiniz, akademik anlamda iyi bulduğunuz akademisyenlerin makalelerini okuyacaksınız. Örneğin İstanbul'da anabilim dalı başkanımız Hakan Olgun çok iyi bir akademisyendir. Hocanın makalelerini veya tezini "Hoca bunu nasıl yazmış?” diyerek okuyacaksınız: Kaynakçayı, dipnotu, alıntıyı nasıl yapmış, nasıl göstermiş; konuyu nasıl tartışmış ve sonuca nasıl bağlamış. Çünkü hocanın yazdığı her metin bir tecrübedir. Tecrübenin paylaşımı, insanı o tecrübe açısından geliştirir. Dolayısıyla alandaki iyi akademisyenlerin yazdıklarını takip etmek, okumak gerekiyor. Hem güncel anlamda alana olan ilgimizden hem de akademik anlamdaki yazmayı, metodolojiyi öğrenme açısından iyi akademisyenlerin yazılarını örnek almalıyız.

Şu aşamada yazdığımız yazılarda çok fazla dipnot veriyoruz. Kendimiz henüz bilgiyi üretir konumda olmadığımızdan, yalnızca başka kaynaklardan aldıklarımızı aktarmış oluyoruz. Bu durum normal mi? Ne zaman bilgi üretip dipnot azaltır konuma gelebiliriz?

Bunun bir nedeni, ele alınan konunun ansiklopedik bir konu olmasıdır. Nitekim ele aldığınız konu ansiklopedik bir konuysa ne üretebilirsiniz ki? Amerika’yı yeniden keşfetmeniz gerekmiyor, keşfedemezsiniz, keşfedilmiş zaten. Dolayısıyla konu ansiklopedik olduğunda üretim yapılmaz, ortaya tez de çıkmaz. Ayrıca ulaştığınız her bilgiye dipnot vermek durumundasınız. Buna karşılık ortada bir problem olduğunda durum farklıdır. Mesela eğer öğrencim bir problem çalışıyorsa, ona bu konuyu neden çalıştığını sorar ve on tane hipotez getirmesini isterim. Bunun için de önce konuyu okumuş olması gerekecektir. Ayrıca öğrenci şu soruya cevap vermelidir: “Ben bununla ne bulmaya çalışıyorum?” Tez ve makale ancak ortada bir problem olduğunda ortaya çıkabilir. Öncelikle makalenin giriş kısmında problem yazılır. Örneğin iki tane önemli sorun var ve ben bu makalede bu sorunları araştırıyorum ve cevaplamaya çalışıyorum. Kafamızda böyle bir problem olduğunda da tabi ki birçok kaynak okuyoruz. Kimin ne dediğini, ilk elden hangi kaynakların olduğunu inceliyoruz. Bunların yanı sıra kendi kafamızda da teoriler ve tezler vardır. Böylelikle o meseleyi ben kendim de tartışıyor ve analiz ediyorum. Kendime ait tezlere, fikirlere, analizlere kaynak vermem gerekmez. Ama şu kişi de şunu söylüyor diyorsam söyleyen kişiye referans vermem gerekir. Tabi bu bir süreçtir; birdenbire olmaz. O yüzden bu durumunuz sizi ümitsizliğe düşürmesin. Daha önce de söylediğim gibi, bebek önce emekler, sonra düşerek yürümeye çalışır, yürür, sonra koşar; bu bir süreçtir. Bu yüzden hiç kimse ilk yazılarında en mükemmeli ortaya koyacağına dair bir beklentiye girmemelidir. Yaza yaza daha iyi yazmayı öğreneceksiniz.

Dinler Tarihi alanına dair eksiklikler nelerdir, nelere ihtiyaçlar vardır? Yeni araştırmacılar bu alana ne şekilde katkı sağlayabilir ve ne gibi yenilikler getirilebilir?

Öncelikle genel şeylerden bahsedeyim. Bazı enstitüler bir akademik çalışmanın özgün olması için belirli kriterlere dikkat çekmektedir. Bu kriterlerden birincisi, daha önce çalışılmayan bir konu ya da çerçeveyle alana katkı sağlamaktır. İkincisi, daha önce çalışılmış bir konuda, yeni birtakım kaynaklarla alana katkıda bulunmaktır. Örneğin “Apokrif İnciller” konusu çokça çalışılmıştır. Ama sen öyle bir metin bulmuşsundur ki alana katkısı olacaktır. Üçüncüsü ise alanla ilgili yeni metodoloji geliştirmektir. Diğer bir deyişle, yeni bir araştırma perspektifi geliştirip bu perspektiften hareketle değişik bir şeyler söylemektir. Bazı enstitüler bunların bir çalışmayı özgün hale getirdiğini söyler. Örneğin Samsun’da böyle kriterler vardı. Tezler bu kriterlere göre değerlendirilirdi. Buradaki kriterlerden hangilerini karşılıyor ya da karşılamıyor bu tez diye bakılırdı.

Dinler Tarihi oldukça geniş bir alan. Bazı konular çokça çalışıldı, çalışılıyor. Örneğin Hıristiyanlık, Yahudilik ve Anadolu’daki bazı akımlar hakkında çokça çalışma var. Bu noktada bir konunun çokça çalışılması artık çalışılmayacağı anlamına gelmez. Mesela ben Pavlus’la ilgili bir kitap yazdım. Yıllar geçti, Pavlus bitti mi? Elbette bitmedi. Ben belirli bir perspektiften, belirli bir analizle bir şey ortaya koydum. Bugün birisi de çıkıp rahatlıkla farklı bir perspektiften farklı bir şey ortaya koyabilir, benim bazı yaklaşımlarımı eleştirebilir veya yeni şeyler söyleyebilir. Benim göremediğim birtakım şeyleri görüp ele alabilir. Ya da Pavlus’un farklı yönlerini öne çıkartabilir. Dolayısıyla bir konuyu çalışmak o konunun bitmesi anlamına gelmez. Bizler Dinler Tarihi alanında hem avantajlıyız hem de dezavantajlıyız. Avantajlıyız, çünkü alan çok geniş. Din kavramının alanına giren her şey bizim alanımıza da giriyor. Söz gelimi Hıristiyanlık alanına ilgi duyan biri, Hıristiyan Din Felsefesi, Din Sosyolojisi -kilise ve cemaat kavramı, bireyin toplumla ilişkileri, dini kurumlar vb.-, Din Eğitimi, Din Psikolojisi ve Din Arkeolojisi gibi alanları çalışabilir. Bunun yanı sıra alanın çok dağınık olması gibi dezavantajları da var. Bu kadar dağınık bir alanda özgün bir şeyler ortaya koymak gerçekten büyük bir zahmet ve çabayı gerektiriyor.

Türkiye’de Dinler Tarihi alanında son dönemlerde çok büyük gelişmeler oldu. Söz gelimi daha önce ilgilenilen alanın arka planını anlama noktasında klasik dil eksikliği ciddi bir sorun ve handikap iken şu an bu sorun ortadan kalktı. Özellikle doktora öğrencilerimiz artık ilgilendiği alana dair mutlaka klasik dil öğreniyor. Mesela asistanımız “Yuhanna İncili” üzerine çalışırken aynı zamanda Eski Yunan Dili ve Edebiyatı bölümünde lisans öğrencisi olarak Yunancayı öğrendi. Mehmet Alıcı Pehlevice ve Farsça öğrendi. Dolayısıyla klasik dil bu noktada çok önemli ve artık öğrenme imkânları da çok fazla. Bunun yanında saha araştırmaları günümüzde çok önemli hale geldi. Özellikle doktorada çalışılan alan, yaşayan dünya dinleriyle ilgiliyse mutlaka o cemaati bulup konuşmalı, yeri geldiğinde o bölgelere gitmelidir. Bunlar için artık burs imkânları da çok fazla. Dolayısıyla günümüzde imkânların çok geliştiğini söyleyebiliriz.

Dinler Tarihi’nde bir diğer önemli husus, tez için çalışılabilir bir konu seçmektir. Ayrıca konuya dair uygun bir donanım ve altyapıya sahip olmak önemlidir. Örneğin Konfüçyanizm çalışacak bir öğrencinin Çince bilmesi gerekir. İngilizce çeviri ile çalışarak olmaz. Metinlerin en azından bazı kısımlarını ana kaynaklardan okuyup hiç olmazsa en alt düzeyde anlayacak bir Çince bilgisine sahip olması lazım. Aynı zamanda daha sonra gidip bu insanlarla iletişim kurabilmelidir. İkincisi, danışmanlık verecek hocanın da konuya dair danışmanlık verebilecek yetkinliğe sahip olması gerekir. Örneğin Konfüçyanizm’i benimle çalışamazsın. Çünkü ben o konunun uzmanı değilim ve ancak ansiklopedik bir bilgi verebilirim. Üçüncüsü, çalışacağınız konunun araştırma alanı ve kaynakları bakımından da çalışılabilir olması gerekir. Yüksek lisans ve doktora bir tüneldir. Bir tünelin içine giriyorsunuz, ışığı da uzaktan görmeniz lazım ki yürüyerek o ışığa çıkabilesiniz. Işığı hiç göremezseniz tünelin içinde kalırsınız. Bununla kastettiğim kaynaklarınızın ulaşılabilir olmasıdır. Bunları dikkate alarak çalışmalar yapmalısınız. Bilim alanında en büyük problemlerden biri bunların dikkate alınmamasıdır. Böyle olduğunda ortaya çıkan çalışma yüksek lisans çalışması değil, yüzeysel, bilimsel değeri olmayan bir çalışma oluyor. Sonuç olarak bu çalışmaların alana hiçbir katkısı olmuyor. Bir şekilde kurallara uydurulsa da ortaya bilim çıkmıyor.

Paylaş: